12.06.2025 KILÇIK

TRABZON’UN EN ZOR KARARI

Trabzonspor’un kalbinde yıllardır atan bir isim var: Uğurcan Çakır. Takımın kaptanı, kalecisi, adeta kalesinin sigortası... Ama bugünlerde onun geleceği, bordo-mavili camiada tam anlamıyla bir muamma. Uğurcan’ın artık Trabzonspor’da oynamak istemediği söylentileri futbol gündeminin ana maddesi. Bu durum kimseyi şaşırtmıyor; çünkü futbolun doğası böyle her oyuncu, bir gün yeni meydan okumalar arar, farklı hikayeler yazmak ister.

Biz taraftarlar elbette onun burada kalmasını istiyoruz, bunu gizlemeye gerek yok. Ama Uğurcan da bir profesyonel, bir insan ve kariyerinin kontrolünü elinde tutmak istiyor. Ona bu yüzden kızmak, hatta eleştirmek haksızlık olur. Herkes kendi hayatında olduğu gibi, o da yeni bir sayfa açmak, belki farklı bir ligde, farklı bir atmosferde futbolunu sürdürmek istiyor.

Asıl mesele ise bu sürecin nasıl yönetileceği. Uğurcan yurt içi devlerine mi yoksa yurt dışındaki fırsatlara mı yelken açacak? Galatasaray ve Fenerbahçe’nin ciddi teklifleri olduğu konuşuluyor. Fenerbahçe’nin daha ısrarcı olduğu da kulağımıza geliyor. Ancak Trabzonspor yönetimi için bu çok ince bir çizgi. Kaptanını, en önemli oyuncusunu, en büyük rakiplerine satmak taraftarın tepkisini kesinlikle beraberinde getirir. Yönetimin bu noktada tercihini Avrupa’dan gelen tekliflerden yana kullanması, belki maddi olarak biraz daha düşük getirisi olsa da psikolojik olarak daha sağlıklı olur.

Fatih Tekke ve yönetimin Uğurcan’ın takımda kalmasını istediğini biliyoruz, hatta maddi olarak da gereken fedakarlığı yapıyorlar. Ama futbolun gerçeği şu: İstemeyen bir oyuncuyu zorla tutmak mümkün değil. Bir insanın, hele ki bir profesyonelin kalbini ve motivasyonunu kırmak, ona haksızlık olur. Trabzonspor da bunu yapmaz diye düşünüyorum.

Peki, ya Uğurcan giderse? Onun boşluğunu nasıl dolduracağız? Bu, belki de sürecin en kritik sorusu. Uğurcan gibi bir kaleciyi kolay kolay bulmak mümkün değil. Hem performans hem de takım ruhu açısından onun yerini doldurmak büyük sınav. Yönetim ve teknik ekip, bu boşluğu en iyi şekilde kapatmak zorunda. Çünkü hem saha içinde hem de saha dışında kaptanın yeri ayrı.

Sonuç olarak, bu süreç Trabzonspor için bir dönüm noktası. Taraftar, yönetim ve futbolcu üçgeninde hassas dengeler kuruluyor. Bizler dışarıdan takip ediyoruz, gelişmeler ne yönde olursa olsun kalbimiz takımımızla atmaya devam edecek.

***

YAĞMUR YAĞDI, BİZ YİNE HAZIR DEĞİLDİK

Yağmur bazen sadece ıslatmaz… Anlatır.
Toprağın ne kadar susadığını, şehirlerin ne kadar yorulduğunu, bizim ne kadar unuttuğumuzu…

Geçtiğimiz günlerde Trabzon bir kez daha sele teslim oldu.
O bildik manzaralar: Taşan dereler, sürüklenen araçlar, çaresiz insanlar…
Ve sonra herkesin birbirine sorduğu o soru: “Bu felaket neden tekrar yaşandı?”

Trabzon Büyükşehir Belediye Meclisi’nde konuşan Çevre Sağlık Komisyonu üyesi Dr. Mustafa Çankaya’nın sözleri bu noktada dikkat çekiciydi.
Çünkü o sadece suyun nereden gelip nereye gitmediğini değil, aynı zamanda bizim nerede durup nerede yanlış yaptığımızı anlattı.
Bilimle, tarihle ve biraz da sitemle.

Efes Antik Kenti'nden örnek verdi mesela...
Binlerce yıl öncesinden kalma bir şehirde, atık suların nasıl uzaklaştırıldığını anlattı.
Bugünün Trabzon’u, çağlar öncesinden gelen bir bilgeliğin hala gerisindeydi.

1937’de Fransız şehir plancısı Lambert’in hazırladığı planı hatırlattı.
O plan, yağmur suyunun denizle buluşmasını öneriyordu.
Bizse ne yaptık? 30 yılda bir plan yaptık, sonra bir 30 yıl daha o planı tartıştık.
Planlar değişti, çünkü bilim değil siyaset kazandı. Teknik değil, çıkar konuştu.

Sonra doğaya inat asfalt döktük.
Yağmuru emen toprağı betonla kapladık.
Kıyılara dolgu yaptık ama denizi göz ardı ettik.
Şehrin merkezini deniz seviyesinin altına bırakıp, sonra şaşkınlıkla suyun neden yükseldiğini sorguladık.
Ve sonunda kaçınılmaz olan oldu: Felaket.

Çankaya, siyasetin değil bilimin konuşması gerektiğini söyledi. Haklıydı.
Felaket olduktan sonra herkes konuşur; esas olan felaketten önce gerekeni yapmaktır.
Sel geldiğinde değil, sel gelmeden önce devletin aklı konuşmalıydı.

Görevde olmayan belediye başkanının yurt dışında olması bile tartışma konusu yapıldı.
Ama bu tartışma da, asıl yapılması gerekenin önüne geçti.
Çünkü mesele bir kişinin nerede olduğu değil, o görevin ne kadar kurumsal bir akılla sürdürüldüğüdür.

Ve en can alıcı sözlerden biri şuydu:
“Devlet terbiyesi olan bilir, o kriz masasında kimlerin olması gerekir.”

Kriz anı şov zamanı değildir.
Orada yer alması gerekenler; bilgisiyle, göreviyle, yetkisiyle, sorumluluğuyla orada olmalıdır.
Aksi, devlet ciddiyetine yakışmaz.

Trabzon kadim bir şehir…
Horonun dik oynandığı, hamsinin kültür sayıldığı, mısır ekmeğinin paylaşıldığı bir yer.
Ama bu kadim ruh, günlük siyasetin kısır çekişmelerinde değil; ortak aklın, ortak vicdanın sesinde yaşar.

Dr. Çankaya'nın dediği gibi: “Trabzonluluk siyaset üstü olmalıdır.”
Çünkü doğa; sağcıya, solcuya, iktidara, muhalefete bakmaz.
Yağmur yağar.
Ve biz hazırlıklı değilsek… Su alır, götürür.

Şimdi artık konuşma zamanı değil.
Ders çıkarma zamanı.
Ve daha önemlisi: Uygulama zamanı...

***

BİR BELGESEL, BİR VEFA DURUŞU

Trabzon’un serin bir Haziran akşamında, şehir merkezinin kalbinde bir araya geldik. Ortahisar Belediyesi’nin öncülüğünde düzenlenen “Atatürk Trabzon’da” belgeselinin ilk gösterimi için. Sıradan bir gösterim değildi bu. Ne bir galaya benziyordu, ne de sadece protokol konuşmalarından ibaretti. Daha çok, bir hatırlayıştı. Ve bir vefa duruşu.

Ortahisar Belediye Başkanı Ahmet Kaya’nın seçim sürecinden itibaren önem verdiği bu projeyi hayata geçirmiş olması, sadece teknik bir başarı değil; aynı zamanda tarihi bir sorumluluğun da yerine getirilmesiydi. Belgesel, Mustafa Kemal Atatürk’ün Trabzon’a yaptığı üç ziyaretin izini sürüyor ve özellikle 1937’de Soğuksu’daki köşkte yaptığı anlam yüklü vasiyete odaklanıyor: mal varlığını Türk Milleti’ne bağışladığı o güne.

Sade bir sahnede, fazla süslenmeden, olması gerektiği gibi izledik belgeseli. Katılımcılar arasında tarihçiler, sanatçılar, siyasetçiler ve en önemlisi, sessizce izleyen Trabzonlular vardı. O sessizlik, aslında bir saygının ifadesiydi. Arada yükselen alkışlar ise, Atatürk’e olduğu kadar bu emeğe deydi.

Altan Öymen’den Sunay Akın’a, Sinan Meydan’dan Veysel Usta’ya uzanan geniş bir katkı listesi vardı. Bu da belgeselin salt yerel değil, aynı zamanda ulusal bir değeri olduğunu gösteriyordu. Atilla Alp Bölükbaşı’nın yönetmenliğinde, kent belleğini arşiv görüntülerle, anılarla, anlatımlarla bir araya getirmek kolay bir iş değildi. Ama yapılmış.

Her şeyin hızla tüketildiği bir çağda, bir belediyenin geçmişi hatırlatmayı bu denli önemsemesi küçümsenecek bir çaba değil. Atatürk’ün Trabzon’a verdiği değeri hatırlatmak, bunu sadece törenlerle değil, belgesele dönüşen bir kalıcılıkla yapmak, gerçekten anlamlıydı.

Ortahisar Belediyesi’ni ve bu projede emeği geçen herkesi içtenlikle kutlamak gerek. Bazen şehirler yalnızca yollarla, köprülerle değil; anılarla, değerlerle, ve bu tür belgesellerle inşa edilir.

Bu etkinlikten geriye kalan şey, bir akşamlık bir gösterim değil. Hafızaya yazılan bir iz, geleceğe bırakılan bir not oldu.

***

HAKARETİN PARTİSİ OLMAZ!

Trabzon Büyükşehir Belediye Meclisi’nin Haziran ayı oturumlarında yaşanan tartışma, siyasette giderek alışıldık hâle gelen ama asla alışılmaması gereken bir çarpıklığı yeniden gözler önüne serdi. Tonya Belediye Başkanı Osman Beşel, CHP’li meclis üyesi Cüneyt Zorlu’nun kendisine “Kes lan sesini terbiyesiz” dediğini iddia ederek mecliste açıkça kınadı. Kınanması gerekiyorsa, elbette kınanmalı. Hakaretin partisi olmaz. Meclis, milletin kürsüsüdür ve orada herkesin dili, ölçülü ve saygılı olmalıdır.

Ancak mesele tam da burada başlıyor: Samimiyet.

Sayın Beşel, bu kadar kırılgansa, bu kadar hassassa, bu kadar ilkeli olduğunu düşünüyorsa, o zaman bazı sorulara da açık yüreklilikle yanıt vermelidir.

Kısa bir süre önce, Çatalca Müftüsü2nün, sanatçı Volkan Konak için "Gebersin" diyecek kadar ileri gitti. Bu sözler, toplumun her kesiminden tepki gördü.
Peki Sayın Beşel o gün neredeydi?
Aynı öfke, aynı kınama, aynı ahlaki refleks neden o zaman devreye girmedi?

Cevap basit: Siyaset, bazen tarafların değil, ilkelerin yanında olmayı gerektirir. Ama Türkiye’de siyaset, çoğu zaman bu sınavdan kalıyor.

Bugün CHP’li bir meclis üyesinin ağzından çıkan bir "lan" kelimesi üzerinden Meclis kürsüsünden ahlak dersi veriliyor ama daha önce kendi partisinden yükselen ağır hakaretler sessizlikle geçiştiriliyorsa, buna ne denir? Bu bir duruş değil; bu, samimiyetsiz bir gösteridir. Siyasal nezaketin değil, siyasal çıkarın konuştuğu bir andır.

Daha da önemlisi, Sayın Beşel’in bu çıkışı, kendi ilçesindeki siyasi atmosferi gözeterek, halkın gözüne şirin görünmek amacıyla yaptığına dair güçlü bir izlenim oluşuyor. Bu, gerçek bir duruş değildir.

Gerçek cesaret, karşı tarafı eleştirmekle değil, gerektiğinde kendi saflarındakine "yanlış yaptın" diyebilmekle ölçülür.

Ve evet, Cüneyt Zorlu’nun ifadesi de yanlıştır. “Sen kimsin lan?” demek, bir meclis kürsüsüne yakışmaz. Ama yine soruyoruz:
Bu tepki, sözün kendisine mi, yoksa sahibine mi yöneliyor?
Eğer aynı sözleri bir başka partili söyleseydi, aynı sertlikte tepki verilecek miydi?

Meclisler, kişisel öfke savaşlarının alanı değildir. Orası, halk adına alınan kararların üretildiği yerlerdir. Ve orada sözlerin bir ağırlığı, duruşun bir tutarlılığı olmalıdır.

Bu yüzden çağrımız net:
Hakaret kimden gelirse gelsin, karşısında duralım.
Sessiz kalınan her nefret, bir sonrakini meşrulaştırır.
Samimi olalım.
Siyaseti halk için yapalım, kişisel hesaplar için değil.
Çünkü gerçek siyaset; yeri geldiğinde kendi yoldaşına “dur” diyebilmektir.
Gerisi sadece tribüne oynamaktır.